Bu yazı ilk kez KargaMecmua‘nın Aralık 2008 sayısında yayınlanmıştır.
Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde, ürkünç bir fikir yaşarmış kimi zihinlerde…
Goldie Hawn, Merly Streep ve Bruce Willis’li, 1992 tarihli kara komedi ‘Ölüm Kadına Yakışır’ı hatırlar mısınız? Kısaca anlatmak gerekirse, Robert Zemeckis imzalı filmin başrolündeki ‘ablalar’ımız genç ve güzel kalacakları sonsuz bir yaşam için, arkadaşları Lisle’den aldıkları bir iksirle sonsuzluğa dek sürecek bir işkenceye gönüllü yazılırlar. Film sinema tarihine altın harflerle yazılmadıysa bile, tahminimce popüler kültür tarihine karakterlerinin hayalperestlikleri ile geçecektir , çünkü evet ölümsüzlük hayal edilebilir ama gülerler adama! ‘İksir’le mi???
Kabul ediyorum medyanın her gün inat ve sebatla ‘anti-aging’ metodları ile ilgili pompalamalarına karşı bağışıklık kazanmanıza rağmen hala bir çoğunuz, tabii eğer ilgi alanınız değilse, ölümsüzlük ya da gerçekten her daim genç kalmanın mümkünatı ile ilgili bir yargıya sahip değilsinizdir. Oysa 60 yaşında Amerikalı bir futurist olan Ray Kurzweil, ölümsüzlüğe teğet geçmemek için her gün aldığı 200 hapın organizasyonunu yapması için birini tutmuş. Varını yoğunu da damarlarımızdaki oksijeni milyon yıllardır taşıyan hemoglobinin yerine nanoçiplerin geçtiğini görebilmek için harcıyor. Ancak ‘başımıza taş yağacak’ türünden telaşlara kapılacak bir durum da yok çünkü işin aslı ‘ölümsüzlük’ fikri Gılgamış Destanı’na, ‘robot’ düşüncesi ise M.Ö. 3500’ün Antik Yunan’ına ( bkz. Talos, Galatea ) gelip dayanıyor. Belki de bizi dehşete düşüren, insan aklının bin yıllar önce tasarlayabildiğini, gerçekliğe uygulayabileceği teknolojik yetkinliğe ancak şimdilerde erişebilir hale gelmiş olmasıdır.
İstemesine bir sınır koyamayan insanoğlunun yeni tutkusu, köklerini Marquis de Condorcet, Benjamin Franklin ve Darwin gibi isimlerin söylemlerinden ve Aydınlanma’dan alan ‘Transhümanizm’, insanın kendi için daha fazlasını istemesi, kendini her anlamda bir üst seviyeye taşıma arzusu olarak tanımlanabilir. Oysa evvelsi gün yaptığı devrimin sonucunda ortaya çıkan kapitalizmin empoze ettiği kitle mesajı ‘Daha Fazla Tüket!’ten asit yağmurları, Çernobil faciası, iklim değişiklikleri, kuruyan göller, nesli tükenen canlılar, buzulların erimesi, sel felaketleri, kuraklık ve salgın hastalıkların tezahürü ile boyunun ölçüsünü fazlasıyla almış olduğunu zannettiğim insanoğlu, şimdi kendisine başedeceği yeni felaket senaryoları ve bu senaryoların gerçekliğini deneyimleyeceği ‘sonsuz’ bir zaman yaratmak için çabalıyor. Transhümanistler, her ne kadar teknoloji ve bilimin desteğiyle gerçekleşecek entelektüel ve kültürel bir hareketle insanın kendini her yönden bir üst seviyeye taşıması düşüncesini savunduklarını söyleseler de, ilham vericiler listesinde Nietzsche ve onun teknolojik dönüşümden bağımsız şekilde kendini gerçekleştirme üzerinden şekillenen ‘üstinsan’ kavramı yok. Kelime ilk kez 1957’de Aldous Huxley’nin biolog kardeşi Julian Huxley tarafından insan doğası için varolan olasılıklıkların ayırdına vararak ve kendi kalarak kendini aşması anlamında kullanılmışsa da, 1980’den bu yana kullanılan anlamı ile farklılık gösterir ve daha çok, insanın belirlenmişliğinin kırılması alanında yapılan kültürel, entelektüel ve teknolojik çalışmalar olarak değerlendirilmektedir. İnsanoğlu kendisine bir koza örüp, eksik yanlarından tiksindiği ölümlü tırtılı geride bırakarak, kozanın içerisinden sonsuzca yaşayacak bir kelebek olarak çıkmanın hayaline her geçen gün daha da çok yaklaşıyor. ‘Homosaphien’in, ‘homoperfectus’a dönüşümü Arthur C. Clarke’ın futurizmi ile Ayn Rand’in liberalizmden doğacak bir çocuk olarak şekilleniyor. Hayatın mutlak bir biyolojik fenomen olması fikrinden sıkılan transhumanistler, yapay zeka ve sibernetik organizmalaşmanın (cyborglaşma) denenmesiyle bunun ortadan kaldırılması için yeni bir sermaye odağı yaratmaktalar. Bu noktada öne çıkan en radikal postmodern önerme ise, neyin insan olduğuyla ilgili ortaya çıkacak günümüz gerçeğine aykırı kültürel söylem . Postinsanlığa dair görüşler çeşitlilik gösterseler bile, insanın duyumdan bağımsız iletişebileceği (kablosuz aletler gibi), telepati sayesinde zamandan tasarruf edileceği, zihinsel görü ve algının bilimsel olarak arttırılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Öte yandan bizlerin titanyum ve silikondan oluşan versiyonlarının, bizim hayatlarımızın zorunlulukla bağlandığı seks, sosyal yaşam ve ya çocuktan bağımsız bir hayat süreceklerine inananlar bile var. Tabii bunun bir olanak ya da zavallılık olduğunu düşünmek bize kalmış. Kendi payıma, daha iyi bir insan hayalini gerçeklemek için insanlıktan çıkmanın ancak barış için savaşmak gibi bir saçmalığa denk gelebileceğini düşünüyorum.
İşin tuhaf tarafı, yapay zekanın tezahürü ile dünyanın nasıl bir yer olacağının anlatıldığı Matrix ya da Yapay Zeka gibi filmlerin eninde sonunda vurgulamaktan kaçınamadığı insani olgulara, yukarıda sözü geçen yetilere sahip yarı insan- yarı robot varlıkların yaşadığı bir dünyada yer olduğunu düşünmek zorlaşıyor. Bu noktada insan, söz konusu distopyaları yaratanların, hali hazırda insan oldukları için, duyumdan bağımsız bir algının sonucunda orada olmaktan başka bir fonksiyonu olmayan bir şeye ne kadar yabancı olduklarını düşünmeden edemiyor. Wall-e ya da Terminatör örneklerini düşünüyorum da, karşındakini kendi gibi görmek de herhalde buna deniyor. Oysa yarının dünyasında doymak için elma yemeye ihtiyacı olmayan varlıklar, duyumlamadan algılamaya borçlu oldukları kusursuz elma tadından başka bir şeyi asla tatmayacaklar herhalde. Bu tatların çeşitliliği ise herhalde yarının mimarı belli kişilerin favori tatlarının ötesine geçmeyecektir. Duyumsuz algı ne yapacak? Kendi kendini şaşırtabilmek için, kurtlu elmanın olasılık hesaplarını yapıp, o olasılık üzerinden bilmem kaçta bir o tadı mı algılayacak? ‘Fatma’nın kurufasulyesi şahanedir’ cümlesi literatürden kalkacak anlayacağınız. Hem zaten Fatma da kim? ‘Ben’den öte bir şeye hangi sebeple uzanacak yarının postinsanı? Ya da bu dönüşümü bugünün insanları hep birlikte atlatabilecek miyiz, hali hazırda birbirimizi kıran kırana vurup dururken? Peki hani ya da bizim teknolojik gelişmelerin ötesinde gerçekleştireceğimiz düşünsel transhumanist devrimimiz?
Mevzunun etik değerlendirmeler açısından da oldukça geniş tartışmalara sahne olduğu söylenebilir. Ancak bu tartışmalara gerçekten de ihtiyacımız olup olmadığı da ayrı bir soru. En basitinden, milyonlarca yıldır birarada yaşamasına rağmen insan haklarının hakkını vermekten aciz kalmış bir cinsin, genetik çalışmalar sonucunda ortaya çıkabilecek bir Frankenstein ya da sevebilen bir yapay zeka olan David’e nasıl muamele edeceğini tahmin etmekte zorlananlar, dvd playerlarının başına geçebilirler. Gerçi ben zulüm, yok sayma ya da kendini üstün görmeden başkaca bir açılım olmadığına emin gibiyim. Ancak işin beklenmedik tarafı ‘azınlık hakları’ ile ilgili çözülememiş bir çok problem bir kenarda dururken, ‘robot hakları’nın şimdiden California’daki ‘Gelecek Enstitüsü’nde tartışılmaya başlamış olması. Hem kimileri yarının A. Huxley’nin ünlü distopyası ‘Cesur Yeni Dünya’dan farklı olmayacağına inanıyor olsa bile, bazıları da hepimizin rüya ile gerçeği birbirinden ayırdedemez biçimde algılayan, 21.yüzyılın sürrealistleri olacağımızı düşünüyor.
Her neyse… Kıssadan hisse anlatımın başında sözünü ettiğim Ray Kurzweil çılgını, Moore Yasası’ndan yola çıkarak ev tipi bilgisayarların 2029 yılında insan beyninin sahip olduğu işlem gücüne ulaşacağını, 2045 yılında ise yapay zekanın geçmişte hayal edilemeyecek biçimde kendi kendini geliştirebileceği noktaya geleceğini düşünüyor. Yukarıda sorulan sorular ve türetilebilecek yüzlercesi daha ‘insani’ cevaplarını bekliyor. Yani anlayacağınız az zamanda, çok ve büyük işler yapabilmek için sayılı günümüz kaldı.
Meraklısına okuma önerileri: Engines of Creation: The Coming Era of Nanotechnology- Eric Drexler The Millenial Project -Marshall Savage The Age of Spiritual Machines – Ray Kurzweil Our Post-Human Future – Francis Fukuyama
No Comments