Biletler aylar öncesinden alındı. Can arkadaşım Ozcadısı‘yla bizi bir Pulp heyecanıdır sardı. Henüz festivale Damien Rice’ın, Kimbra’nın ya da herhangi başka birinin katılımına dair hiç bir fikrimiz yok. Gerek de yok! Pulp geliyor yahu!!! 🙂
Benim ilk One Love heyecanım işte böyle başladı. Ardından söz konusu heyecan ‘zorunlulukla’ festivale katılan, katılmayan herkese yayıldı. Zira 10 yıllık müzik festivalinin sponsoru bir bira markası olduğundan, Aristoteles’in düz mantığından, sembolik mantığa terfi edemeyenler etkinliği ‘bira festivali’ ilan ettiler. Ben durumu çok garipsemedim. Şaşıran, tepki gösterenleri ise anlamakla birlikte ‘Dün aklınız neredeydi?’ diye geçirdim içimden.
Efes Pilsen One Love, oldu One Love. Bizim Ozcadısı da haftasonu şehir dışında olması gerektiğinden benimle gelemedi. Yaşanan oyuncu değişikliğinin ardından üniversiteden eski dost Merve’yle düştük Eyüp yollarına. Bize kimseler öğüt de vermedi; yanınıza deodorant almayın, kapıda ‘güvenli’ teyzeler alır çöpe atar diye.
İlk gün Merve ve Korcan, Replikas heyecanı içindeydiler ancak 20 dakika sürdüğü ileri sürülen performansı kaçırdık. Bir süre; Damien Rice sahneye çıkana dek, etrafta aval aval gezindik. Alkol satışının engellenmesi haberi nedeniyle alkol alamamak değil, anayasa ve diğer mevzuatlarca belirlenmiş özgürlüklerin kısıtlanması keyifleri kaçırmıştı. Yoksa soğuk soğuk birasını kafaya dikmek isteyenler için Eyüp semt sakinleri önlemlerini almıştı. Santral İstanbul’un girişindeki sokak boylu boyunca bir Efes Pub’ı andırıyordu. Hatta rekabet içindeki Tuborg da gençliğe destek vermeye gelmişti. Semt sakinleri alkol satışının engelleneceğinden ne kadar eminlerdiyse artık, boyumca buz kitleleriyle bir nevi bira neferi olmuşlardı.
Bizimkiler kendilerini biraya vermişlerken, ben de Basın Çadırı’nda Nihan‘la birlikte ‘Neler yaptık görüşmeyeli’ konu başlıklı muhabbete daldım.
Damien Nice :))
İlk günün ‘Noluyor ki şimdi’ eblehliğini üzerimden Damien Rice attı. Öyle ki sahneye çıktığından ancak sesini duyunca haberdar oldum. Ancak daha sonra Twitter’dan öğrendim ki, sahneye çıkarken enstrümanlarının hazırlığını falan kendisi yapmış. Zaten hali de dünyaca ünlü bir müzisyenden çok, ‘inanılmaz güzel sesli besteci söz yazarı arkadaşınız kapmış eline gitarı da nehir kıyısındaki evinize sizi ziyarete gelmiş’ gibiydi. İnternette gezinirken hakkında çokça ‘ayyaş’ sıfatının kullanıldığına rastgelebilirsiniz. Aman ha sakın fırsatını bulursanız böyle ithamlara takılıp da kendisini misafir etmekten geri durmayın.
Şahsen ben ne güzel olur bu adamın muhabbeti diye düşünmekten kendimi alamadım. Tam bir ‘daydreamer’ olduğumdan, dalmış gitmişim. Öyle ki bazı bazı hangi şarkıyı söylediğini, hangisini bitirdiğini karıştırdım. Kendi kendime ben birini daha dinlerken tıpkı böyle hissetmiştim diye geçiriyordum aklımdan; zihnimde piyanosunun başında Nick Cave belirdi. Harbiye Açıkhava (2001). Derken sahnede Cohen’in Hallelujah’ı çalmaya başladı. Geçmişim, geleceğe bağlandı.
Anlayacağınız Damien çok Nice’tı. Programını Blower’s Daughter’la bitirirken, benim de içimdeki ilk aşk tortularım yerinden oynamış olacak ki; gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp gitti.
Falan Feşmekan
Damien’dan sonra sahneyi Kaiser Chiefs devraldı. Her gelişlerinde zat-ı alimi bir vesile ile kendilerini izlerken bulduğum Alman gestuslu İngiliz grupla zıpladım hopladım. Ricky Wilson’ın bir yerden sonra ‘Yettin artık’ hissiyatı yaratan ‘We are The Kaiser Chiefs’ çığırmalarına sabır gösterdim. İkinci gün de bir güzel Selah Sue’yu kaçırdıktan sonra, apar topar Kimbra dinlemeye başladım.
Ne yalan söyleyeyim, kızcağızın kılık kıyafetini görünce, kendimi tutamadım ve ‘Björk olmasa nolacaktı bunca kadın kızın hali?’ diye aklımdan geçirdim. Aklımdan geçenlere şahit olsun diye tuttum bunu bir de Nihan’a söyledim. 🙂 Sanırım Kimbra içimdeki kötücül kadını hissetmiş olacak ki, bana ceza olsun diye ‘Settle Down’u yeni düzenlemesiyle söyledi. Nasıldı derseniz size Mehmet Erdem‘in bir anısını anlatmak isterim. Yunanlı bir bestecinin şarkısını alıp yeniden düzenledikten sonra, telifle ilgili olarak kendisiyle görüşmek istemişler. Yunanlı sanatçı yeni düzenlemeyi dinleyince şarkısını tanıyamamış, bu benim değil demiş. :)) Zor inandırmışlar.
Kimbra Türkçe ‘teşekkürler’ demeyi öğrenmemiş olduğuna çok hayıflandı sonra. ‘Tshalalah’ gibi bir şeyler geveledi; pek tatlıydı canım 🙂
Filtresiz Sahne’de de eğlence doruktaydı ammavelakin bendeniz hiç katılım gösteremedim.
Jarvis, My Love
Pulp sahneye çıkmadan önce, Jarvis Cocker bizlerle sohbet etmeye başladı; yazılı olarak. Heyecanlı kalabalığı performanslarına hazırlamanın yanı sıra, Kaiser Chiefs’in yaptığı gibi alkol satışının engellenmesine o da tepkisiz kalmadı. Tepkisini pek tabii ki Ricky’ninkinden çok daha şairane ortaya koydu. Sahneye gerilen perdeye yansıyan lazerlerde ‘ Bu bir şaka mı?’ yazdı öncelikle. ‘Onların espri anlayışı bu mu?’ Sonunda da en önemlisini söyledi; ‘Peki bu yasal mı?’
İronik bir andı o an. Yasalar gereğince konser ve seyir alanlarında sigara içimi yasaklanmışken herkes pofur pofur sigara içiyordu Santralİstanbul’da. Ammavelakin mevzuata uygun olmasına ve yapılan anlaşmalara rağmen alkol satışı engellenmişti. ‘Peki bu yasal mı?’. Hukuk devletinin ne demek olduğundan bihaber olan milyonların yaşadığı bir ülkede; ne yazık ki hayır değil.
Jarvis ses vermemizi istedi bas bas bağırdık, ‘Çok heyecanlı’ dedi. ‘Çıkışta bir bara gidelim’dedi. ‘Bir yunus görmek ister misiniz?’ dedi; perdeden bir yunus göz kırptı hepimize. Derken ‘Do you remember the first time?’ ile sahnede belirdiler. Belirdiler diyorum çünkü aramızdaki perde inene kadar merak içinde baktık durduk sahneye. Ne yazık ki hayır, ilk seferi hatırlamıyordum 🙁
Derken upuzun bacakları, alameti farikası kruvaze ceketi ve olağanca muhteşemliğiyle Jarvis Cocker çıktı gözler önüne. O andan itibaren büyülendiğimden olacak, konser çıkışında çoooktan kendilerini Miller Silent Disco’ya atmış olan gençlere lanetleyeci bakışlar fırlattım. Her neyse mevzumuz bu ne ettiğini bilmez gençler değil elbette.
Pulp’ı evde oturup cd çalardan dinlemiş biri olarak, 2000’lerin başında verdikleri İstanbul konserini kaçırdıktan sonra, üstüne bir de grup dağılınca ‘Artık imkanı yok sahnede göremeyeceğim’ demiştim. Ammavelakin efendiler bir güzellik yapıp biraraya gelerek, konserler vermeye başladılar neyse ki.
Şarkılar şarkıları kovaladı. İncecik bir adam olan Jarvis koskoca sahneyi kapladı, taştı, kabardı! Türk izleyicisi böylece muhteşem bir performans ve zeka pırıltısıyla karşı karşıya kalmış oldu. Keyfi kaçık olan, yattığı yerden Pulp izleyenler yok muydu? Vardı. Ancak ne alemi vardı, bilemiyorum!
Benim dinlediğimin ayırdığında olduğum şarkılara gelecek olursak; ‘Dans etmek ister misiniz?’ sorusuyla seyircileri çılgına çevirdikten az sonra ‘Disco 2000‘, elinde feneriyle seyircilerin arasına katılıp değişimi başlatacak bir kız ve bir erkek aramaya başladığı anda ‘I Spy‘ , yarın işe kimler gitmeyecek diye sorduktan sonra ‘Monday Morning‘ ,derken derken ‘Don’t You Want Me Anymore?‘, ‘Bar Italia‘( tabii biz Türkler Amerikalılar gibi adamı jimnastik öğretmenine çevirmedik; ‘Aaa ne kolay oldu’ dedi hatta. Artık nasıl koordinasyonsuz kitlelere konser vermişlerse) . En sevdiğim soundtrack albümlerin başlarında yer alan Great Expectations’tan ‘Like A Friend‘i söylemeye başlamadan önce bir yandan Charles Dickens’ı andı, bir yandan da İngiliz Emperyalizmi için özür diledi bir nevi; ‘Herkesin okumak zorunda kalmasından dolayı üzgünüm’. Jarvis’e aşık aşık sahneye mi bakayım, Pulp’tan canlı canlı en bi sevdiğim şarkılarını dinlediğime mi sevineyim, Ethan Hawke ile Gwyneth Paltrow’un başrollerinde oynadığı filmi izlediğim andaki hislerimi tekrardan yaşamanın hüzünlü mutluluğunu mu yaşayayım, Finn’i mi hatırlayayım? Al sana duygu seli 🙂
Sonra ‘Common People‘, ‘Mis-shapes‘… Sahneden inmeler, bisle tekrardan çıkmalar. Jarvis’in Türkçesi, İngilizcesi, dansı, sesi. Sahnede neredeyse babam yaşında olan kafa denklerim. Başkaca şeyler de var tabii atladığım, anın heyecanı ile duygusunu içime işleyip, bilgisini unuttuğum.
Özetle; bir Jarvis geçti Bahar’dan…Siz de orada durmayın, çıkın dışarı! Hayata karışın. Anı edinin. Hakkını verin hayatın.
Bir de bir fırsatını bulun, olmadı yaratın gidin dinleyin şu adamları kanlı canlı! (Coachella‘ya giden olursa gözüme görünmesin, o ayrı!)
One Love; you got to do what you should
One life with each other
Sisters, brothers; one life
But we’re not the same
We get to carry each other
No Comments