Evvel zaman içinde, kalbur kazan içinde hiç kimselerin dağılacağını tahmin etmediği SSCB tarih sahnesindeki son günlerini yaşarken, kötü adamlar Kuveyt’e saldırdığında, birleşebilen milletler ganimetin elden gitmesine izin vermemek için ivedilikle irade göstermişti. Bu irade de ‘ibret-i alem’ olsun diye CNN ekranlarından bütün dünyaya 24 saat canlı olarak kah Peter Arnet’ın dilinden, kah bombalanma görüntüleriyle anlatılmıştı.
Çocuktum. Burnumuzun dibindeki savaş bir yandan beni korkutuyor, öte yandan kötü adamların cezalarını çektiklerini canlı canlı heyecanlı görebilecek olmak beni umutlandırıyordu. Beklenen gün 27 Şubat’ta, ABD Başkanı George Bush televizyona çıkıp iyi haberi verdi, Irak kuvvetleri mağlup olmuş ve eve dönüyorlardı. İyi adamlar, kötü adamları hem de sadece kötü oldukları için, yenmişti işte!!!
Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını anlamak için çok beklememize gerek yoktu. Sırplar, müslüman Bosnalılara kıyarken, birleşebilen milletler yapabilecekleri bir şey bulabilmek konusunda hiç aceleci davranmadılar. Dünyanın iyi adamlar ve kötü adamlar diye ikiye ayrılmış olmadığını anlamak çok ağır gelmişti.Oysa bu hayattan almam gereken çok daha büyük bir ders vardı. İlkokul sıralarında hayat bilgisi dersi, daha sonra da sosyal bilgiler dersi başta olmak üzere bütün bir ilk ve orta öğrenimim süresince duyduğum barış, dostluk, kardeşlik, eşitlik, medeniyet sözcüklerinin de aslında ganimetler söz konusu olduğunda, bir anlam ifade etmediği gerçeği ile yüzleştirilmem için çok da fazla beklememe gerek kalmadı. Bütün dünya olanları, pek tabii ki aynı televizyon kanalından izlerken ama bu sefer o kadar çok heyecanlanmazken, ABD askerleri Irak’a tekrar girdi. Bu sefer gerekçe varlığı daha sonradan kanıtlanamayan nükleer füzelerdi. Birleşebilen milletler, tek kutuplu dünyada ‘Ben sizin babanızım’ demeyi tercih etmemiş güler yüzlü bir Amerikan Başkanı’nın ardından, ne yapacağını bilmediğinden olsa gerek pek bi hiddetli, pek bi öfkeli, şımarık bir çocuğu hatırlatan G.W.B.’a bir ağızdan ‘Eyvallah’ çektiler. İşte bu süreçtir ki, cebren ve hile ile kendini dünyanın hakimi ilan eden bir ülkenin yeni başkanının, ‘diğerleri’nce yeni efendi olarak görüldüğü bu günlere bizi getiren.
Bütün bu umutsuzluk tablosu, şimdi, uzak diyarlardan gelen yeni bir kahramanın, yeni renkler kullanarak değişim getireceği vaadini sadece kendi halkı değil, bütün dünya ile paylaşması sebebiyle aydınlanma umudu taşıyor. Bu umut ne kadar gerçekçi bir hayal, bunu zaman gösterecek. Ancak bütün dünya halklarının onun gelişi ile hiç olmasa bile yüzlerine bir gülümseme oturduğunu yadsımamak gerekir. Bunun böyle olduğu en azından Obama’nın Facebook profiline göz gezdirilerek bile anlaşılabilir. Şu an elinize alacağınız her türlü ekonomi, finans ve haber odaklı yayında onun adı geçiyor. Kabinesini oluşturacak kişilerle ilgili seçimleri şimdiden ‘değişim’le ilgili zar zor beslenen umutların şüphe ile gölgelenmesine sebep oldu bile! Bizzatihi kendi kendisinin ‘Umut’ olduğu vaadiyle bir milleti umutlandırıp, ülke tarihinin en yüksek katılımlı seçiminden, yüzyılların ırkçı önyargısını yenerek galip çıkmak kolay mesele değil. Ama yine ülkesi tarihinin en uzun soluklu ve bire bir seçmeni ile yüzyüze geldiği seçim kampanyası göze alındığında, bunu haketmediği de söylenemez. Bütün bu sürecin anlatıldığı kitabının ismi bile ‘ Umudun Cesareti’. Kaldı ki, seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı zafer konuşması, kafası çalışan bir lidere hasret kalan Amerika’da, bırakın siyasi ve politik yazarları, edebiyat eleştirmenlerince bile ‘İngilizce için güzel bir akşam’ olarak değerlendirildi. Newsweek dergisi, nadir olarak yaptığı bir şeyi tekrarladı, onun için özel bir sayı çıkardı.Yani pek de öyle ‘ Bize ne canım Obama’dan’ bir durumdan söz etmek imkansız. Öyle ki Amerika’yı sevdiğini söylemenin Bush döneminde kesin bir yasak, değiştirilemez bir ilke olduğu Fransa’da bile, bir takım aydın kesim anti-anti-Amerikancılıklarıyla ilgili olarak sekiz yılın sonunda rahat bir nefes aldılar.
Obama’nın 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturur oturmaz hybrid araçlarla ilgili bir düzenlemeye gitmesi ya da son kullanma tarihi yaklaşan Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek yepyeni bir protokolü dünya sahnesine koyması, Amerikan sosyal güvenlik sisteminde İngilizvari bir reforma gitmesi ya da ‘Haleee, hoppp!’ diyerek Irak’tan Amerikan askerlerini çekmesi real bir beklenti olabilir mi bilmiyorum. Öte yandan küresel ekonomik krizin, bir anlamda, küresel ısınmaya omuz vererek can sıkıntımızı katmerlendirdiği şu günlerde, öncelikli olarak hangisi ile ilgili kararlar verilip uygulamaya konması Amerika, dünya halkları ve dünyanın geleceği için daha doğru ve yerinde olur, bunu da bilmiyorum. Tek bildiğim kendisinden önce seçilmiş olan son Demokrat Başkan’ın döneminde, sanki dünya daha güzel bir yerdi. O saksofan çalıyordu, Obama da basketbol oynuyor ya işte!!! O zamandan bu zamana bir on yıl bile geçmediğini göze alacak olursak, ben kendi adıma Obama’dan sadece şunu bekliyorum;
Sayın Bay Başkan, lütfen ‘herşeyin sonu geldiği ve bu konuda yapılabilecek hiçbir şey olmadığı’ düşüncesinin karabulutlarını biraz aralayarak, yarına dair iyimser olabilmeyi umut etmeme/etmemize izin verin.
Yaşam
No Comments